İslam nedir? İslam ne demektir? Kur’an’ı Kerim’de “Allâh indinde dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) derken ne denmek isteniyor? “İslam olmak” ne anlama gelir? İnsan, evren ve İslam arasındaki bağ nasıl kurulmuştur?
lk insan ve ilk peygamber olmak itibarıyla Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’la başlayıp devam eden dîn-i mübînin her oluş safhasında muhtevâsı aynıdır. Fark, sadece beşerî hayatın gösterdiği gelişmeler istikametindeki ictimâî hükümlerde görülür.
İSLAM NEDİR? İSLAM’IN ANLAMI
Hazret-i Âdem’den âhirzaman nebîsine kadar ilâhî teblîğ mahsûlü olan ve adına “dîn” denilen müessesede muhtevâ hep aynıdır ve o muhtevânın adı “İslâm”dır.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Bütün peygamberler birbirlerinin babadan kardeşleridir. Dînleri birdir.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)
Bu itibarla İslâm, umûmiyetle sanıldığı gibi yalnız Kur’ân’ın muhtevâsına münhasır değildir. Bütün semâvî dînler, beşerî tahrifler meydana gelmeden evvelki hâlleriyle hep odur. Yâni İslâm’dır.
Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh indinde dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır.
Aynı zamanda bu ifade, beşeriyyetin dünyâ ve âhıret selâmeti için yegâne reçetenin de sadece İslâm olduğunun bir beyânıdır.
Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede daha sarih bir şekilde şöyle ifade buyurulur:
“Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)
O hâlde tâ Âdem -aleyhisselâm-’dan beri beşerin tekâmül seyrine bağlı olarak bir gelişmeye mazhar olup Kur’ân’da kemâlin zirvesine ulaşmış bulunan İslâm nedir?
Evvelemirde bu hususta yapılan bütün tariflerin özü kısaca şu iki noktada toplanır:
Îtikad (Âmentü’de belirtilen esaslara doğru ve samîmî bir şekilde îmân)
Amel-i sâlih (îmândan sonra Cenâb-ı Hakk’ın bizlerden istediği ibâdet ve muâmelâtı ihlâs ve samîmiyetle îfâ).
İşte bu iki husûsun bağrında yaşanan İslâm, düşünce, yaşayış ve davranışlarımızın ilâhî nizâmını sağlayan muvâzeneli güzellikler zinciridir. Akıl, kulak, göz, dil ve gönül arasında ulvî rabıtalar kurarak Allâh’a uzanan bir yoldur. Ondaki yüce ve sırlı incelikler, bir rahmet olarak taşa dahî damlasa, onu topraktan daha yumuşak bir gönül hâline getirir. Ancak ondan uzak gönüllerse, gaflet çöllerinde kuruya kuruya taş kesilmiş demektir. Bu hâlden kurtuluş da, yine İslâm iledir.
İslâm, fikrî, kavlî ve fiilî bakımdan insanı en güzel şekilde yoğurup kemâle erdiren ve karanlıklardan nûra çıkaran seâdet fecridir. Yâni o, alçakta olanları yükseltip zirveleştiren bir müessirdir. Bir toprak gibidir ki, kendisine teslîm olan nice çürük dal ve budak parçalarından, hattâ teressübattan dahî gözleri ve gönülleri okşayan nâdîde güller, menekşeler, lâleler ve zambaklar yetiştirir. Basit ve sıradan kulları mümtaz hâle getirir. Hilkatleri aslî hâllerine çevirerek güzelleştirir. İnsan ve kâinatın sırlarının sermâyesi odur.
Bu bakımdan o, ebediyyet yolculuğunda kulları hüsrâna düşürmeden ilâhî nîmetler meşheri olan cennete sevkedici yegâne sırât-ı müstakîmdir, bir nîmet-i ebedîdir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN DİLİNDEN İSLAM, İMAN VE İHSAN NEDİR?
Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) şöyle buyurmuştur:
Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzur-iâlîlerinde bulunduğumuz bir esnâda, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hâli olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber Efendimiz’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Allah Rasûlü’nün dizlerine dayadı, ellerini dizlerinin üstüne koydu ve:
“–Ey Muhammed, İslâm nedir?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular. Adam:
“–Doğru söyledin.” dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam:
“–Peki, îman nedir?” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular. Adam tekrar:
“–Doğru söyledin.” diye tasdik etti ve:
“–Peki, ihsân nedir, onu da anlat” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. Adam yine:
“–Doğru söyledin” dedi, sonra da:
“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Kendisine soru sorulan, bu hususta sorandan daha bilgili değildir!” cevabını verdi. Adam:
“–O hâlde alâmetlerini haber ver.” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başıkabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binâlar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmalarıdır” buyurdular.
Adam, kalkıp gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Ey Ömer, soru soran kimdi, biliyor musun?” buyurdular. Ben:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–O, Cebrâil (a.s.) idi, size dîninizi öğretmeye geldi” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Krş. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbn Mâce, Mukaddime, 9)
İslâm’ın özü, denebilecek bu hadîs-i şerîf çok mühimdir. Önce îmân, sonra ibâdetler, daha sonra da tasavvufî bir terbiye ile elde edilebilecek olan ihsân kıvâmı… İşte İslâm’ın bir bütün olarak kısaca târifi…
İnsanların, ana-babalarına hürmet etmeyip onlara kötü davranmaları, birbirleriyle dünyalık yarışına girerek her şeyi bu dünyadan ibaret zannetmeleri ise kıyâmet alâmetlerindendir. Hatta “Bu durum bir toplumun kıyâmetidir” demek bile mümkündür.
İslâm inancı, yeryüzünün helâk girdaplarında bocalayan perîşân insanına ilâhî bir lutuf olarak indirilen bir hablullâh, yâni Allâh’ın ipidir. Ona gönüllerini râm edenler, fânîliklerden sıyrılarak rûhânî ufukların seyyâhı olup mîrâca dek yükselir. Ölümsüzler kervânına katılır.
Bu râm oluş ile İslâm’ın ulvîliklerine nâiliyyetin tahakkuku içindir ki onu, her husûsta Allâh’a teslîm olmak şeklinde tarif etmişlerdir. Çünkü beşeri yüceltecek olan kulluk husûsiyetinin en güzel tezâhürü teslîmiyet ile mümkündür.
“ALLAH’A TESLİM OLUN!”
Hakk Teâlâ, kulluğun zirvesinde olan peygamberlerine, İslâm’ı bütünüyle hayâta geçirici umûmî bir emir mâhiyetinde:
“Allâh’a teslîm olun!” buyurduğunda her biri:
“Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum…” şeklinde arz-ı teslîmiyet ve kulluklarını beyân ve isbât etmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk, bu hakîkati İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın şahsında şöyle beyân buyurur:
İSLAM OLMAK!
“Rabbi ona: «İslâm ol!» dediğinde, (O): «Âlemlerin Rabbi’ne teslîm oldum!» dedi.” (el-Bakara, 131)
Bu teslîmiyet, Allâh ile beraber olmanın, daimâ O’nu zikretmenin ve O’na şükretmenin bir nişânesidir. Zaten bütün ibâdetlerde ve kulluktaki gâye de Allâh ile beraber olabilmektir, yâni mârifetullâh ve muhabbetullâhtır.
Bu hususla alâkalı olarak şu misâl pek hikmetlidir:
Rivayete nazaran bir vâiz kürsüde kabir ahvâlini anlatmaktaydı. Cemâatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, sohbetinin sonuna doğru Cenâb-ı Hakk’ın kabirde soracağı suallerden bahisle:
“İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını mülkünü nerede harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama, helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.
Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkatin çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi:
“Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttun! Allâh Teâlâ soracak ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin?”
İSLAM NE DEMEKTİR?
Bu inceliği nazar-ı dikkate aldığımızda İslâm;
“Siz her nerede iseniz O sizinledir!” (el-Hadîd, 4) şuurunda yaşayarak O’na kavuşmaktır.
Dolayısıyla İslâm, Allâh’a muhabbet, bağlılık ve itâat zemininde ebedî selâmetin ve vuslatın sağlanması demektir. Yerlerin ve göklerin ıslâh ve nizâmı itâate bağlıdır. İnsanlarda kulluk ve itâat olmadığı zaman ilâhî program gazap tecellîlerine inkılâp eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat belirir (düzen ve âhenk bozulur, âfetler zuhûr eder) ki Allâh (insanların) yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler…” (er-Rûm, 41)
İNSAN VE İSLAM
Buna göre kulluk ve itâatten, yâni İslâm’dan kopuş karada ve denizde düzen ve âhengin bozulmasına sebebiyet vermekte ve meydana gelen âfet türünden hâdiseler, mücrimlere bu dünyâya âit küçük bir cezâ mâhiyetinde tekrar İslâm’a sarılmayı te’mîn edici îkâz tecellîleri vasfını taşımaktadır.
Basar ve basîret sâhibi olan kul, İslâm vesîlesiyle esere bakar müessiri, sebebe bakar müsebbibi görür; maddeye bakar mânâsını sezer; fânî dünyânın hakîkatini idrâk ile âhıreti hatırlar; şu muhteşem kâinât manzûmesini, bilhassa engin semâları seyredip ilâhî kudret ve azametin her an farkında yaşar; aczini ve nefsini bilir, kulluktan uzaklaşmaz; ebed âlemine doğru Rabbine yolculuktaki esrâr-ı ilâhiyyeye vâkıf olur ve vuslat iştiyâkı içinde secde edenler kervânına katılır. Böylece yaratılış gâyesi hâsıl ve kul da sonsuz nîmetlere, kurtuluşa ve ilâhî vuslata vâsıl olur. Âyet-i kerîmede buyurulan:
“Allâh kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar…” (el-En’am, 125) hakîkati tecellî eder.
Ancak bu tecellîden âdetâ kaçarcasına uzaklaşanlar da, âyet-i kerîmenin devamında buyurulan:
“… (Allâh) kimi de saptırmak isterse, (sanki o kimse) göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allâh inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” (el-En’am, 125) hitâbına dûçâr eden bir gaflet girdabında perîşânlık ve hüsrân âvâzeleri ile ebediyyen helâk olurlar.
O hâlde yegâne kurtuluş, beşere ancak İslâm’ın seâdet iklîminde nasîb olmaktadır. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Kim «Rabb olarak Allâh’ı, dîn olarak İslâm’ı, Peygamber olarak Muhammed’i kabûl edip hoşnûd oldum.» derse, cennet ona vâcib olur.” (Ebû Dâvûd, Salât, 36; Tirmizî, Salât, 42)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam İman İbadet, Erkam Yayınları
lk insan ve ilk peygamber olmak itibarıyla Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’la başlayıp devam eden dîn-i mübînin her oluş safhasında muhtevâsı aynıdır. Fark, sadece beşerî hayatın gösterdiği gelişmeler istikametindeki ictimâî hükümlerde görülür.
İSLAM NEDİR? İSLAM’IN ANLAMI
Hazret-i Âdem’den âhirzaman nebîsine kadar ilâhî teblîğ mahsûlü olan ve adına “dîn” denilen müessesede muhtevâ hep aynıdır ve o muhtevânın adı “İslâm”dır.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Bütün peygamberler birbirlerinin babadan kardeşleridir. Dînleri birdir.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)
Bu itibarla İslâm, umûmiyetle sanıldığı gibi yalnız Kur’ân’ın muhtevâsına münhasır değildir. Bütün semâvî dînler, beşerî tahrifler meydana gelmeden evvelki hâlleriyle hep odur. Yâni İslâm’dır.
Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh indinde dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır.
Aynı zamanda bu ifade, beşeriyyetin dünyâ ve âhıret selâmeti için yegâne reçetenin de sadece İslâm olduğunun bir beyânıdır.
Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede daha sarih bir şekilde şöyle ifade buyurulur:
“Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)
O hâlde tâ Âdem -aleyhisselâm-’dan beri beşerin tekâmül seyrine bağlı olarak bir gelişmeye mazhar olup Kur’ân’da kemâlin zirvesine ulaşmış bulunan İslâm nedir?
Evvelemirde bu hususta yapılan bütün tariflerin özü kısaca şu iki noktada toplanır:
Îtikad (Âmentü’de belirtilen esaslara doğru ve samîmî bir şekilde îmân)
Amel-i sâlih (îmândan sonra Cenâb-ı Hakk’ın bizlerden istediği ibâdet ve muâmelâtı ihlâs ve samîmiyetle îfâ).
İşte bu iki husûsun bağrında yaşanan İslâm, düşünce, yaşayış ve davranışlarımızın ilâhî nizâmını sağlayan muvâzeneli güzellikler zinciridir. Akıl, kulak, göz, dil ve gönül arasında ulvî rabıtalar kurarak Allâh’a uzanan bir yoldur. Ondaki yüce ve sırlı incelikler, bir rahmet olarak taşa dahî damlasa, onu topraktan daha yumuşak bir gönül hâline getirir. Ancak ondan uzak gönüllerse, gaflet çöllerinde kuruya kuruya taş kesilmiş demektir. Bu hâlden kurtuluş da, yine İslâm iledir.
İslâm, fikrî, kavlî ve fiilî bakımdan insanı en güzel şekilde yoğurup kemâle erdiren ve karanlıklardan nûra çıkaran seâdet fecridir. Yâni o, alçakta olanları yükseltip zirveleştiren bir müessirdir. Bir toprak gibidir ki, kendisine teslîm olan nice çürük dal ve budak parçalarından, hattâ teressübattan dahî gözleri ve gönülleri okşayan nâdîde güller, menekşeler, lâleler ve zambaklar yetiştirir. Basit ve sıradan kulları mümtaz hâle getirir. Hilkatleri aslî hâllerine çevirerek güzelleştirir. İnsan ve kâinatın sırlarının sermâyesi odur.
Bu bakımdan o, ebediyyet yolculuğunda kulları hüsrâna düşürmeden ilâhî nîmetler meşheri olan cennete sevkedici yegâne sırât-ı müstakîmdir, bir nîmet-i ebedîdir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN DİLİNDEN İSLAM, İMAN VE İHSAN NEDİR?
Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) şöyle buyurmuştur:
Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzur-iâlîlerinde bulunduğumuz bir esnâda, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hâli olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber Efendimiz’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Allah Rasûlü’nün dizlerine dayadı, ellerini dizlerinin üstüne koydu ve:
“–Ey Muhammed, İslâm nedir?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular. Adam:
“–Doğru söyledin.” dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam:
“–Peki, îman nedir?” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular. Adam tekrar:
“–Doğru söyledin.” diye tasdik etti ve:
“–Peki, ihsân nedir, onu da anlat” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. Adam yine:
“–Doğru söyledin” dedi, sonra da:
“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Kendisine soru sorulan, bu hususta sorandan daha bilgili değildir!” cevabını verdi. Adam:
“–O hâlde alâmetlerini haber ver.” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başıkabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binâlar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmalarıdır” buyurdular.
Adam, kalkıp gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Ey Ömer, soru soran kimdi, biliyor musun?” buyurdular. Ben:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–O, Cebrâil (a.s.) idi, size dîninizi öğretmeye geldi” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Krş. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbn Mâce, Mukaddime, 9)
İslâm’ın özü, denebilecek bu hadîs-i şerîf çok mühimdir. Önce îmân, sonra ibâdetler, daha sonra da tasavvufî bir terbiye ile elde edilebilecek olan ihsân kıvâmı… İşte İslâm’ın bir bütün olarak kısaca târifi…
İnsanların, ana-babalarına hürmet etmeyip onlara kötü davranmaları, birbirleriyle dünyalık yarışına girerek her şeyi bu dünyadan ibaret zannetmeleri ise kıyâmet alâmetlerindendir. Hatta “Bu durum bir toplumun kıyâmetidir” demek bile mümkündür.
İslâm inancı, yeryüzünün helâk girdaplarında bocalayan perîşân insanına ilâhî bir lutuf olarak indirilen bir hablullâh, yâni Allâh’ın ipidir. Ona gönüllerini râm edenler, fânîliklerden sıyrılarak rûhânî ufukların seyyâhı olup mîrâca dek yükselir. Ölümsüzler kervânına katılır.
Bu râm oluş ile İslâm’ın ulvîliklerine nâiliyyetin tahakkuku içindir ki onu, her husûsta Allâh’a teslîm olmak şeklinde tarif etmişlerdir. Çünkü beşeri yüceltecek olan kulluk husûsiyetinin en güzel tezâhürü teslîmiyet ile mümkündür.
“ALLAH’A TESLİM OLUN!”
Hakk Teâlâ, kulluğun zirvesinde olan peygamberlerine, İslâm’ı bütünüyle hayâta geçirici umûmî bir emir mâhiyetinde:
“Allâh’a teslîm olun!” buyurduğunda her biri:
“Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum…” şeklinde arz-ı teslîmiyet ve kulluklarını beyân ve isbât etmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk, bu hakîkati İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın şahsında şöyle beyân buyurur:
İSLAM OLMAK!
“Rabbi ona: «İslâm ol!» dediğinde, (O): «Âlemlerin Rabbi’ne teslîm oldum!» dedi.” (el-Bakara, 131)
Bu teslîmiyet, Allâh ile beraber olmanın, daimâ O’nu zikretmenin ve O’na şükretmenin bir nişânesidir. Zaten bütün ibâdetlerde ve kulluktaki gâye de Allâh ile beraber olabilmektir, yâni mârifetullâh ve muhabbetullâhtır.
Bu hususla alâkalı olarak şu misâl pek hikmetlidir:
Rivayete nazaran bir vâiz kürsüde kabir ahvâlini anlatmaktaydı. Cemâatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, sohbetinin sonuna doğru Cenâb-ı Hakk’ın kabirde soracağı suallerden bahisle:
“İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını mülkünü nerede harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama, helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.
Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkatin çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi:
“Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttun! Allâh Teâlâ soracak ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin?”
İSLAM NE DEMEKTİR?
Bu inceliği nazar-ı dikkate aldığımızda İslâm;
“Siz her nerede iseniz O sizinledir!” (el-Hadîd, 4) şuurunda yaşayarak O’na kavuşmaktır.
Dolayısıyla İslâm, Allâh’a muhabbet, bağlılık ve itâat zemininde ebedî selâmetin ve vuslatın sağlanması demektir. Yerlerin ve göklerin ıslâh ve nizâmı itâate bağlıdır. İnsanlarda kulluk ve itâat olmadığı zaman ilâhî program gazap tecellîlerine inkılâp eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat belirir (düzen ve âhenk bozulur, âfetler zuhûr eder) ki Allâh (insanların) yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler…” (er-Rûm, 41)
İNSAN VE İSLAM
Buna göre kulluk ve itâatten, yâni İslâm’dan kopuş karada ve denizde düzen ve âhengin bozulmasına sebebiyet vermekte ve meydana gelen âfet türünden hâdiseler, mücrimlere bu dünyâya âit küçük bir cezâ mâhiyetinde tekrar İslâm’a sarılmayı te’mîn edici îkâz tecellîleri vasfını taşımaktadır.
Basar ve basîret sâhibi olan kul, İslâm vesîlesiyle esere bakar müessiri, sebebe bakar müsebbibi görür; maddeye bakar mânâsını sezer; fânî dünyânın hakîkatini idrâk ile âhıreti hatırlar; şu muhteşem kâinât manzûmesini, bilhassa engin semâları seyredip ilâhî kudret ve azametin her an farkında yaşar; aczini ve nefsini bilir, kulluktan uzaklaşmaz; ebed âlemine doğru Rabbine yolculuktaki esrâr-ı ilâhiyyeye vâkıf olur ve vuslat iştiyâkı içinde secde edenler kervânına katılır. Böylece yaratılış gâyesi hâsıl ve kul da sonsuz nîmetlere, kurtuluşa ve ilâhî vuslata vâsıl olur. Âyet-i kerîmede buyurulan:
“Allâh kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar…” (el-En’am, 125) hakîkati tecellî eder.
Ancak bu tecellîden âdetâ kaçarcasına uzaklaşanlar da, âyet-i kerîmenin devamında buyurulan:
“… (Allâh) kimi de saptırmak isterse, (sanki o kimse) göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allâh inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” (el-En’am, 125) hitâbına dûçâr eden bir gaflet girdabında perîşânlık ve hüsrân âvâzeleri ile ebediyyen helâk olurlar.
O hâlde yegâne kurtuluş, beşere ancak İslâm’ın seâdet iklîminde nasîb olmaktadır. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Kim «Rabb olarak Allâh’ı, dîn olarak İslâm’ı, Peygamber olarak Muhammed’i kabûl edip hoşnûd oldum.» derse, cennet ona vâcib olur.” (Ebû Dâvûd, Salât, 36; Tirmizî, Salât, 42)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam İman İbadet, Erkam Yayınları